5 Mayıs 2012 Cumartesi

                                         Deliler teknesi kültür sanat ve edebiyat dergisi nisan sayısı                  

                            Avuçlarımda ölü kuşların sesleri… 

“Erdal Rahmi Hanay’’



                 Evvel, bir ateşti gitmek
                 Gidenlerin bıraktığı küllerden
                 Kalanların avuçlarındaki nasırlı sırlardan
                 Ve o büyük yangından; İlk aşktan da evvel
                 Evvel bir ateşti kalmak
                 O büyük yangının içinde
                 Yanmadan, kül olmadan evvel
                 Evvel bir okyanustuk
                 Şimdi şiir kaldı
Sonra kuşlar gibi dağılmaya başladık. Hemen yükseklere, dünyanın da dışına bulutların ardına uçmak isteyen kuşlar gibi. Aynı ağaca toplanırdık, aynı dallarda sarılırdık rüzgârda, aynı yaprakların altına sığınırdık yağmurda, aynı kovuklara girerdik karda, soğukta… Büyük kentlere gidenlerin izinden çıkmaya karar verdik bir gün. Bazılarımız trenle, bazılarımız otobüs, bazılarımız yürüyerek gitmeye ve o kentin, kentlerin en yüksek tepesindeki en yüksek ağacının dallarında buluşamaya söz verdik.
Bazıları ayrılıklardan kuruyan çeşmeler, bazıları umut, bazıları aşk, bazıları intihar, bazıları doğum, bazıları nasırlı ellerdik o otobüsün koltuklarında. Hep köy kokan, ilk aşk kokan, ilk ayrılık kokan bir otobüsün 46 numaralı koltuğunda geldim bu kente. Bir akşam evvel çok yağmur yağıyordu. Kasabayı tanrının gözünden gören kayalıkların içinde yaşlı bir söğüt ağacının dibinde oturup kasabayı seyrettim. Ne kadar çoktuk, ne kadardık ve ne kadar kalmıştık... Sokakları, caddeleri dolduran çığlıklarımız, oyunlarımız, atlarımızın sesleri, köpeklerimizin ulumaları ne kadar zaman önce silinip gitmişti. Neredeydi o birbirlerine çorba süt taşıyan kadınlar... Her evin önünde Bitlis tütünü saran elleri nasırlı adamlar ne zaman ölmüşlerdi. İsmail amca, Kerem amca, Ali dedem, Almancı Aşır amca, Beyaz dede…
İlk radyoyu, televizyonu onda gördüğüm, ilk kravatlı ve ilk kravatımı ve yalnızlığı Alman ipeğinden hediye eden, bağlayan o sinirli adam neredeydi. Elif teyzeye söylenmeleri, onunla olan her şeyi, kavgayı dahi seven o lengirli fötürlü adam ne kadar eskiydi belleğimde…
Parasız yatılı hücrelerimizden görüş günlerine açılan hafta sonlarını bizi süslü arabasıyla alıp bacası tüten evlerimize bırakan o güler yüzlü Naci abi neredeydi. Bir akşam kura nehrinin öldürücü ayazında beklemiştik, beklemiştik, beklemiştik gelmemişti. Biz parasız yatılı hücrelerimize dönerken yolda öğrenmiştik bizi almaya gelirken kaza geçirdiğini… Yol çok karlıydı, ve kanlı ama hep kardan olsun ölümüm derdi. Bir de yollarda… Kar altında da güzeldi Naci abi…
Beni sırtında yaylaya, okula taşıyan o yaşlı ve kambur kadının adı neydi. Ya gidip dönmeyenlerin adları.
Halil amcanın sesinden duyduğum dualar hiçbir kitapta yoktu… Yahut o kadar güzel okuyan yoktu bu duaları, şiirleri…
Belki ilk şiirle tanışmam da buradandı
İlk şiiri mezarda duymamdı,
şiirlerimdeki mekanların mezarlığa bürünmesi…
Göç sabahları, köyden yaylaya giden o deli taylar, dokunulmamış, el değmemiş bir doğaya yayla çiçeklerinin arasına uzanıp ilk sevgiliye papatyadan taç yaptığımız o günler ne kadar eskiydi. Bacaların ilk yanışı, ocaklardaki ilk yemek kokusu, ölü evlerimizi yeniden canlandıran yemek ve çay kokusu... Ya geceler, bitmez, geçmez karanlık ve bir çocuk için büyük, bir şair için yürümesi uzun geceler. Akşam köyden gelenlerin heybesinde sıcak kalan ekmekler ve köye gidenlerin heybelerinde götürdüğü yalnızlık… Sabahın ilk ışığıyla gidilen tarlalar. Boylu boyunca uzandığımız buğday başaklarının içinde ve yaz sıcağındaki çatlamış dudaklarının hayallerini kurduğumuz sevgililer…
Belki ilk şiirle tanışmam da buradandı
İlk şiiri toprakta duymamdı,
şiirlerimdeki mekanların toprak kokması…
İlk sevgili neredeydi şimdi… Hangi kenttin kollarındaydı, kar ortasında bile sımsıcak avuçları kimlerin ellerindeydi şimdi. Paslı ranzalara, okul sıralarına kazıdığımız aşk şiirleri hangi çocuğun ilk aşkına okuduğu ilk şiiridir şimdi… Gülüşlerinde kalan ilk sazımla ilk bestem ne kadar sessizdir şimdi.
Belki ilk şiirle tanışmam da buradandı
İlk şiiri perdelerde duymamdı,
ilk şiirimdeki dizelerimin ses olması, ses kokması, ses olup yağması…
Acımasız olan, iz bırakan, hatırlanan ve hep hatırlanacak olan zaman mıydı… Silip götüren, anıların aşkların ve ayrılıkların üstünü betonla, karla, toprakla ya da çiçeklerle kaplayan sadece zaman mı… Hayat denilen kısır ve mutlak döngü sadece zamanın upuzun karanlık ya da aydınlık labirentindeki sadece bir kum tanesimiydi, kırık kum saatlerinden dökülen.
Bir avuç buğdayını bütün cihandaki canlılarla paylaşacak kadar açık olan ve kırkambar diye bir lakapla bütün cihanın tanıdığı, etrafında olduğu ama şimdilerde mezarı yalnızlıktan uğuldayan o adam neredeydi... Ali dedem… Anıları ve aşkları kadar heybetli, yürekli adam hala buğulu gözlerle tepedeki evinin bahçesinde bastonuna yaslanmış uzaktan gelecek bir sevgiliyi bekler mi hala. O sevgili hangi kentin karlı mezarlığında yatmaktaydı. Belki bizim burada, onun orada, bizim İstanbul’un mezarlıklarında onun ise Ardahan’ın mezarlıklarında birbirimize benziyor ve bekliyor olmamız bundandır. Bir Anadolu kasabası kadar yalnız mezarlarımız ve üzerine su döküp yeşertecek sevgiliyi bekleyecek kadar uzundur heybelerimizdeki anılarımız…
İsmail amcanın uzun kış gecelerinde anlattığı masallar, Beyaz dedenin kurak yaz günlerinde dağların eteğinden getirdiği sular ne kadar benziyordu birbirlerine. Elleri nasırlı ama yürekleri, kalpleri ve bakışları hep sıcak doğup ölen insanlar kadar eskidir şimdi o sularım ve masalların tatları.
Parasız yatılı arkadaşlıklar aynı telde asılı duran ve soğuğa, kara, tipiye kendisine atılan taşlara, kurşunlara karşı bir bütün olmak gibidir. Ne kadar sarılırsanız o kadar az üşürsünüz, ne kadar uzak olursanız o kadar çabuk yaralanırsınız… Birliktir, birlikte yaşamaktır, herkesindir her şey, her lokma… Aşklara birlikte kalkar kadehler, ayrılıklara birlikte ağlanır, gidenin arkasından birlikte su dökülür, gelen birlikte karşılanır… Zordur hem birlikte yaşamak hem de ayrı olmak. Hem orman olmak, hemse kendine özgü dalları, yaprakları, toprağı rengi kokusu çiçeği olan bir ağaç olmak… Zordur.
Belki ilk şiirle tanışmam da buradandı
İlk şiiri paslı bir ranza, soğuk duvar diplerinde duymamdı
İlk şiirimdeki mekanların soğuk ve paslı olması…
Bağlamasını, baltasını, satranç takımını ve her çeşit zehirli zehirsiz otları heybesinde gezdiren deli Hüseyin nerededir şimdi… Soğuktan sığındığı bir kulübede donmuş bir halde bulunan bu Faucault’nun delilik betimlemelerinin alt metinlerindeki kirli sakallı adam hangi kasabanın terk edilmiş mezarlığındadır… Kuşların bile üzerinden geçmediği, suların bile coşmadığı bir kasabanın dağlarında çiçekler topluyordur belki. Kendini zehirlemek, anılarını köreltmek, acılarını yaralarını dağlamak için. Belki bir ağacın kovuğundadır ve ölümsüzlüğü bulmuştur…
Kendi kasabasında öğretmen olmadığı için evinden kilometrelerce uzağa gelen ve her gece kasabasının yıkık okulunun kapılarını açma hayali kuran çocuklar… Serkan, Kubilay, Duygu… Şimdilerde öğretmen olmuşlar, hepsi bir kasabanın örümcek ağı bağlamış okulların yazı tahtalarını güneş ışığıyla buluşturmuş. Yener, Savaş, Can, Volkan… Ayak izlerimizin silinmesine bile incinen kabullenemeyen dostlar nerededirler şimdi. Hangi kentlerin karanlık sokaklarında geçmişin ayak izlerini arıyorlardır.
Hatırlamak silik fotoğrafların birleşimiydi… İzi kalan yaraların, yarım kalan aşkların, eksik kalan yolların, canlanan anların, seslerin, notaların, renklerin…
Hatırlamak beraber yürüdüğümüz yayla yolunda ayaklarımızda açılan yaralardı ve kasabamızın renksizleştiği dönemlerde gülüşünün üstüne doğan gökkuşağını seyretmekti…
Hatırlamak anlamlı seni ve izi olan her şeyi
Toprağa ve kalabalığa karışan yüzler arasından
Unutmak intihardı…
Belki ilk şiirle tanışmam buradandı
İlk gördüğüm ölüm bir intihardı
Galata / 2012 ocak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder