5 Mayıs 2012 Cumartesi

                deliler teknesi kültür sanat ve edebiyat dergisi istanbul tüyap kitap fuarı kasım sayısı…

              KARANLIK – AYDINLIK
                   Erdal rahmi hanay






İnsan karanlıktır...
Değişemez, öğrenemez... Çünkü özünde bunlar yoktur.
Zamana, tabiata ya da diğerlerine karşı zayıflığını belli etmemek için en karanlık
ve zayıf yönlerini saklar göstermez, en tehlikeli yönlerini ise iyice güçlendirir…
Karanlık ve dipsiz bir kuyuda bile acısını dindirip ölümü seçeceğine çırpınıp yukarı çıkmak ister, çırpındıkça karanlığa batar...
                        ***
Güneşin, dünyayı ve tenini aydınlatmaya başladığı ilk dönemlerde insan karanlığın aydınlıkla yer değişmesini seyretmeye başladı… Aydınlığın karanlığı yenmeye başlamasıyla kendisi de bulunduğu yerden etrafına baktı ve iki şey gördü. Ayağının altındakiler ve başının üstündekiler… Ayağının altındakileri gölgesiyle ezdi. Onları umursamadı… Ama başını yukarı kaldırdığında gördüklerinden öylesine büyülendi ki bu büyü kendisinden sonra milyonlarca yıl sürecekti… Ulaşabildiklerine ulaştı. Dağları, denizleri, okyanusları aştı, bir kıtadan diğerine geçti, mevsimlerin geçişini seyretti, babasının ölümüne oğlunun doğumuna tanık oldu… Bu milyonlarca yıl devam etti. İnsan ulaşma, keşfetme, yok etme, doyma ve arama arzusunu hiç yitirmedi. Gölgesiyle ezdiklerine eklediği her korkusuna bir yenisini daha ekleyene kadar devam etti.
İki şey gördü… Karanlığa karışanlar ve aydınlananlar. Karanlıktan korktu… Öylesine korktu ki bu korkuyla yüzleşmemek için uykuyu seçti. Ona anlamlar yükledi. Ruhları, felaketleri, tehlikeleri onunla beraber bekledi. Sonra sabah oldu. Sabahın olmasıyla derin bir nefes aldı. Tüm korkuları gitti. Tekrar karanlık olana kadar korkularını, eksiklerini, karanlıkla ve onun getirdikleriyle savaşabilecek tüm zayıf yönlerini güçlendirmeye ve kendini bu savaşa hazırlamaya başladı. Sığınaklar aradı- ki hala aramaktadır ve hep arayacaktır- . Kimi zaman karanlık ve soğuk bir mağaraya sığındı, kimi zaman bir kalbe… Sonra bir gün ateşi buldu. Bu karanlıkla savaşında aldığı en büyük zaferiydi. Onu ateşle yaralamaya başladı. İnsanın ilk sabahı ve ilk gecesinden bu yana karanlıkla savaşı hiç bitmedi. Belki bu savaş ruhundaki karanlıklardan da arınma savaşıydı, belki aydınlanma savaşı…
Karanlıkla aydınlığın ilk savaşından ve insanın bu savaşa tanık olduğu ilk andan şimdiye kadar bu savaş devam etti… Karanlığın tarafına geçenler, aydınlığı seçenler oldu. Arası yoktu, olmadı, olmayacak… Ya beyaz ya da siyah olunabilirdi. Bu savaşta en çok ölümü –ki burada ölüm yalnızca bedenin ölümü değildir- iki tarafı da seçmeyenler gördü. İnsanlık tarihi boyuna savaşlarda, katliamlarda, deneylerde ya da felaketlerde en büyük kayıpları kendi çiçeğini yetiştirmek isteyen insanlar yaşadı hep…
İnsanın bu savaşla birlikteliği o kadar eskiydi ki: ruhu, duyguları, hayatı, yaşama şekli ve tüm evreleri karanlık ya da aydınlıkla şekillenmeye başladı… İşte sanat bu savaşın ortasında hiçbir kılıcın kesemediği, hiçbir filin ezemediği bir çiçek olarak yeşermeye devam etti…
***
Hayatlarımızdaki kırılmalar, silikler, kopmalar ve boşluklar sanatı doğurdu. Bu boşlukları, çukurları doldurması için de aramızdan bazıları gönüllü işçi olarak ömürlerini adadılar. Biz sanat dedik bu boşluklara ve onları doldurmak için gece gündüz çalışan işçilere de sanatçı adını verdik. Oysa geçmişe dönüp baktığımızda hala aynı kırılmalar, çukurlar duruyor. Yani sanat var olduğundan beri hiçbir şeyi dolduramadı. Çünkü biz hiçbir şey öğrenemeyeceğimizi varoluş sürecimizde kanıtladık… Sadece geliştik, aynı hatalar, zaaflar, kırılmalar, yanlışlar, doğrular ve amaçları bir sonraki nesle miras bıraktık. Babamız dedesinden kalan mirasları bize biz de torunlarımıza bıraktık… Ve onlar da bizim kaldığımız yerden devam ettiler… Dedemizin tanrılarını babamız öldürdü, babamızın tanrılarını biz. Aynı güneşe bakar gibi hiç değişmedik… Birimiz çan sesine, birimiz ezan sesine, birimiz ney, birimiz su sesine, birimiz silah sesine gitmek için bir sabah aynı sofradan ayrıldık. Evimiz yanmaya başladığında ise biz çoktan dağılmıştık…
Güneşin her sabah doğudan doğup batıdan batması kadar eskiydi onu batıdan doğurup doğudan batırma arzumuz... Gökyüzünü keşfetme tutkumuz, tapınaklardan mezarlara kadar her karanlığa yıldızları işleme nedenimiz buydu hep… Uzağa ulaşmak, içinde insanın, bizim yarattıklarımızın ve bizim kirlettiklerimizin olmadığı bir evren, dünya ya da cennete gitmek ya da onun olduğuna inanmak…
İnsan varoluş sürecinde hep ölümsüzlük ve içinde kendisinin olmadığı bir yer arzu etti. Ama arayışlarının bu dünyada karşılığını bulamayacağını anladığında ve bu arayışın manasız olduğunu atalarının kanıtladığını fark edince ölümsüzlük ve yaşadığı süreçte elde etmek istediği her şeyin olduğu ruhani dünyalar yarattı. Ölümsüzlük arzusuyla hareket ederken ruhunu ve bedenini öldürdüğünü anlayamayacak kadar eksikti kendisi ve bir o kadar da kısaydı aslında yaşamı.
Bir buğday tanesinin tohumdan büyüyüp yeşerme süreciyle insanınki arasında hiçbir fark yok… Tarlaya düştüğü andan itibaren yeşermesi için suyun yağmasına, güneşin üstüne doğmasına, soğuğun onu dağlamamasına, üstüne başka birinin basmamasına ihtiyacı vardır… İnsanın da yaşam süreci farklı değildir. Tek buğday tanesinin yeşerme süreciyle tarlada milyarlarca buğday tanesinin hep birlikte yeşerme süreçleri birbirine bağlı ve aynıdır. Birinin diğerinden hiçbir farkı yoktur… Su kenarında villalarında fazla sudan çürümek üzere olan bir buğday tanesinin taşrada iki damla suyla yaşama mücadelesi veren buğday tanesi arasındaki tek farkı, üzerinde ruhlarına Fatiha yazan mermer taşlı un çuvalları ve birinin masalara tatlı diğerinin tuzlu olarak servisleridir.
İnsanın kabullenmediği ve asla kabullenemeyeceği gerçektir bir buğday tanesinden, bir incir çekirdeğinden, ömrü göçle geçen bir kırlangıçtan, tatlı sudan soğuk suya geçen bir balıktan, bir kelebekten, fesleğenden daha özel değildir… Aklı olması ya da düşünüyor olması onu asla üstün kılamaz. Kutuplardaki canlıların çöldekilerden en büyük farkları kalın derileri ve soğuğa dirençlerini artıracak tüyleridir… Bir kertenkelenin akbaba ile karşılaşmasında hayatta kalması için kuyruğunu bırakmaktan başkada çaresi yoktur. Bir Akbabanın en büyük silahı ve kalkanı ise gözleri ve kanatlarıdır… Her canlının hayatta kalması ve diğerlerinden kendini koruyabilmesi kısacası ‘’kusurlarını’’ kapatması için fazlasıyla geliştirdiği özellikleri vardır. İnsanınki de aklıdır. Yani insanın aklının bir kertenkelenin kuyruğundan, bir kuşun kanadından, bir akrebin zehrinden, bir kaplanın çeviklerinden ve bir sırtlanın vahşiliğinden hiçbir farkı yoktur… Hayatta kalabilmesi için tek kılıcı ve kalkanı olan aklına ihtiyacı vardır. Yaşam süreci boyunca yazmasının, çizmesinin, anlamlar yüklemesinin tek ve gerçek nedeni budur. Ölümü kabullenemeyişi ve kendini kusursuz, üstün görmesi. Kendi ölümünü bilen tek canlının yazdıklarıyla, çizdikleriyle, yaptıklarıyla ölümsüzlüğe ulaşma arzusu ve bu arzunun onu öldürmesi acı ve mutlak gerçektir.
Dostoyevskinin, Tarkovskinin, Einsteinin, Bethovenın, Peygamberlerin yaptığı buydu… İnsandaki o asla dolmayacak boşlukları doldurmak yerine onu insanlığa bırakıp insanların o boşluğu heybelerinde ne varsa: inançla, ruhla, şiirle, müzikle, edebiyatla, sinemayla, savaşla, cinayetle, ölümle doğumla ya da bir çukura kendilerini gömerek doldurmalarını sağlamak. Böylece herkes kendi boşluklarının asla dolamayacağını bilmeden doldurmaya çalışacak, doldurduğuna inanacak ya da dolu olan kısımları boşaltarak baştan, daha temiz bir su ile yeniden doldurarak kendi evrimini bitirecekti.
Kuzey kutbundan güney kutbuna uzanan tek ve en uzun yoldu ömür... Öylesine engelle, tehlikeyle doluydu ki bazılarımız bu yola hiç çıkamıyorduk. Bazılarımız yolda dünyaya geliyor, bazılarımız yollarda ölüyor, bazılarımız bu uzun ve bitmek tükenmek bilmez yolu koşarak giderken bazılarımız çoktan bitirmiş birini bekler durumda oluyorduk… İşte bu yolda bazılarıyla karşılaşıyorduk. Nedenini bilmeden çıktığımız bu yolculuğa anlamlar yükleyen, devam etmemizi ya da bitirmemizi sağlayan yol arkadaşlarımız… Yürüdükçe yolların, dağların yeşerdiği, suların renklendiği bir yol. Van gogh renklendirdiği bir gökyüzünün altında, Picassonun boyadığı okyanustan bir yudum almak, Osman Hamdi’nin renk verdiği bir kaplumbağa ve aslında onun yol arkadaşı, ustası, terbiyecisiyle karşılaşmak… Dinlenmek için girdiğin eski bir handa yan masada rastladığın Çehov, Dostoyevski, Camus, Kafka’nın birlikte hazırladıkları atlaslardan bakarak en karanlık kapıları aralamak… Neyzen Tevfik ile Mozart’ın birlikte çaldığı ve uyuduğu bir ağacın gölgesinde onları dinlerken uykuya dalıp bu uzun ve bu anlamsız yola anlamlar yüklemek yerine gökyüzünün, doğanın, çiçeğin tadını çıkarıp sadece yürümek… Çıplak ayaklarında bir çiçeğin açtığı yarayla sadece yürümek…
***
Güneşin dünyayı ve tenini aydınlatmaya başladığı son dönemlerde insan aydınlığın karanlıkla yer değiştirmesini seyretmeye başladı… Karanlığın aydınlığı yenmeye başlamasıyla kendisi de bulunduğu yerden etrafına baktı ve iki şey gördü. Görmeye devam ediyor…
Ve fakat yazıyı bulduğunda, adını yazdığında, kendi sesinin su kenarlarındaki bir kamıştan geçerek başka bir sese dönüştüğünü duyduğunda, taşa, toprağa, çamura şekil verdiğinde, kefen olarak kendini sardığı beyaz perdenin karşısına geçip can verdiklerini gördüğünde aydınlık karanlıkla yer değiştiriyordu. Sonra sabah oldu, o günün akşamında, karanlık aydınlığı yeniden ele geçirdiğinde insan dört kişinin omuzlarında toprağa gömülmeyi, Hindistan da Ganj nehri kıyısındaki bir sandalda yakılmayı, çarmıhta af dilemesini, idam sehpasında ayağının altındaki iskemleye vurulmasını, ya da hücresinde yeniden aydınlığın karanlığı yenmesini bekliyordu…
Ve gözlerini kapatırken biliyordu kendi mezarı üzerinde yetiştirdiği tek, renkli çiçekti bu…
Ömrü…
***
Erdal Rahmi Hanay
Eylül 2009
Fethiye
                                         Deliler teknesi kültür sanat ve edebiyat dergisi nisan sayısı                  

                            Avuçlarımda ölü kuşların sesleri… 

“Erdal Rahmi Hanay’’



                 Evvel, bir ateşti gitmek
                 Gidenlerin bıraktığı küllerden
                 Kalanların avuçlarındaki nasırlı sırlardan
                 Ve o büyük yangından; İlk aşktan da evvel
                 Evvel bir ateşti kalmak
                 O büyük yangının içinde
                 Yanmadan, kül olmadan evvel
                 Evvel bir okyanustuk
                 Şimdi şiir kaldı
Sonra kuşlar gibi dağılmaya başladık. Hemen yükseklere, dünyanın da dışına bulutların ardına uçmak isteyen kuşlar gibi. Aynı ağaca toplanırdık, aynı dallarda sarılırdık rüzgârda, aynı yaprakların altına sığınırdık yağmurda, aynı kovuklara girerdik karda, soğukta… Büyük kentlere gidenlerin izinden çıkmaya karar verdik bir gün. Bazılarımız trenle, bazılarımız otobüs, bazılarımız yürüyerek gitmeye ve o kentin, kentlerin en yüksek tepesindeki en yüksek ağacının dallarında buluşamaya söz verdik.
Bazıları ayrılıklardan kuruyan çeşmeler, bazıları umut, bazıları aşk, bazıları intihar, bazıları doğum, bazıları nasırlı ellerdik o otobüsün koltuklarında. Hep köy kokan, ilk aşk kokan, ilk ayrılık kokan bir otobüsün 46 numaralı koltuğunda geldim bu kente. Bir akşam evvel çok yağmur yağıyordu. Kasabayı tanrının gözünden gören kayalıkların içinde yaşlı bir söğüt ağacının dibinde oturup kasabayı seyrettim. Ne kadar çoktuk, ne kadardık ve ne kadar kalmıştık... Sokakları, caddeleri dolduran çığlıklarımız, oyunlarımız, atlarımızın sesleri, köpeklerimizin ulumaları ne kadar zaman önce silinip gitmişti. Neredeydi o birbirlerine çorba süt taşıyan kadınlar... Her evin önünde Bitlis tütünü saran elleri nasırlı adamlar ne zaman ölmüşlerdi. İsmail amca, Kerem amca, Ali dedem, Almancı Aşır amca, Beyaz dede…
İlk radyoyu, televizyonu onda gördüğüm, ilk kravatlı ve ilk kravatımı ve yalnızlığı Alman ipeğinden hediye eden, bağlayan o sinirli adam neredeydi. Elif teyzeye söylenmeleri, onunla olan her şeyi, kavgayı dahi seven o lengirli fötürlü adam ne kadar eskiydi belleğimde…
Parasız yatılı hücrelerimizden görüş günlerine açılan hafta sonlarını bizi süslü arabasıyla alıp bacası tüten evlerimize bırakan o güler yüzlü Naci abi neredeydi. Bir akşam kura nehrinin öldürücü ayazında beklemiştik, beklemiştik, beklemiştik gelmemişti. Biz parasız yatılı hücrelerimize dönerken yolda öğrenmiştik bizi almaya gelirken kaza geçirdiğini… Yol çok karlıydı, ve kanlı ama hep kardan olsun ölümüm derdi. Bir de yollarda… Kar altında da güzeldi Naci abi…
Beni sırtında yaylaya, okula taşıyan o yaşlı ve kambur kadının adı neydi. Ya gidip dönmeyenlerin adları.
Halil amcanın sesinden duyduğum dualar hiçbir kitapta yoktu… Yahut o kadar güzel okuyan yoktu bu duaları, şiirleri…
Belki ilk şiirle tanışmam da buradandı
İlk şiiri mezarda duymamdı,
şiirlerimdeki mekanların mezarlığa bürünmesi…
Göç sabahları, köyden yaylaya giden o deli taylar, dokunulmamış, el değmemiş bir doğaya yayla çiçeklerinin arasına uzanıp ilk sevgiliye papatyadan taç yaptığımız o günler ne kadar eskiydi. Bacaların ilk yanışı, ocaklardaki ilk yemek kokusu, ölü evlerimizi yeniden canlandıran yemek ve çay kokusu... Ya geceler, bitmez, geçmez karanlık ve bir çocuk için büyük, bir şair için yürümesi uzun geceler. Akşam köyden gelenlerin heybesinde sıcak kalan ekmekler ve köye gidenlerin heybelerinde götürdüğü yalnızlık… Sabahın ilk ışığıyla gidilen tarlalar. Boylu boyunca uzandığımız buğday başaklarının içinde ve yaz sıcağındaki çatlamış dudaklarının hayallerini kurduğumuz sevgililer…
Belki ilk şiirle tanışmam da buradandı
İlk şiiri toprakta duymamdı,
şiirlerimdeki mekanların toprak kokması…
İlk sevgili neredeydi şimdi… Hangi kenttin kollarındaydı, kar ortasında bile sımsıcak avuçları kimlerin ellerindeydi şimdi. Paslı ranzalara, okul sıralarına kazıdığımız aşk şiirleri hangi çocuğun ilk aşkına okuduğu ilk şiiridir şimdi… Gülüşlerinde kalan ilk sazımla ilk bestem ne kadar sessizdir şimdi.
Belki ilk şiirle tanışmam da buradandı
İlk şiiri perdelerde duymamdı,
ilk şiirimdeki dizelerimin ses olması, ses kokması, ses olup yağması…
Acımasız olan, iz bırakan, hatırlanan ve hep hatırlanacak olan zaman mıydı… Silip götüren, anıların aşkların ve ayrılıkların üstünü betonla, karla, toprakla ya da çiçeklerle kaplayan sadece zaman mı… Hayat denilen kısır ve mutlak döngü sadece zamanın upuzun karanlık ya da aydınlık labirentindeki sadece bir kum tanesimiydi, kırık kum saatlerinden dökülen.
Bir avuç buğdayını bütün cihandaki canlılarla paylaşacak kadar açık olan ve kırkambar diye bir lakapla bütün cihanın tanıdığı, etrafında olduğu ama şimdilerde mezarı yalnızlıktan uğuldayan o adam neredeydi... Ali dedem… Anıları ve aşkları kadar heybetli, yürekli adam hala buğulu gözlerle tepedeki evinin bahçesinde bastonuna yaslanmış uzaktan gelecek bir sevgiliyi bekler mi hala. O sevgili hangi kentin karlı mezarlığında yatmaktaydı. Belki bizim burada, onun orada, bizim İstanbul’un mezarlıklarında onun ise Ardahan’ın mezarlıklarında birbirimize benziyor ve bekliyor olmamız bundandır. Bir Anadolu kasabası kadar yalnız mezarlarımız ve üzerine su döküp yeşertecek sevgiliyi bekleyecek kadar uzundur heybelerimizdeki anılarımız…
İsmail amcanın uzun kış gecelerinde anlattığı masallar, Beyaz dedenin kurak yaz günlerinde dağların eteğinden getirdiği sular ne kadar benziyordu birbirlerine. Elleri nasırlı ama yürekleri, kalpleri ve bakışları hep sıcak doğup ölen insanlar kadar eskidir şimdi o sularım ve masalların tatları.
Parasız yatılı arkadaşlıklar aynı telde asılı duran ve soğuğa, kara, tipiye kendisine atılan taşlara, kurşunlara karşı bir bütün olmak gibidir. Ne kadar sarılırsanız o kadar az üşürsünüz, ne kadar uzak olursanız o kadar çabuk yaralanırsınız… Birliktir, birlikte yaşamaktır, herkesindir her şey, her lokma… Aşklara birlikte kalkar kadehler, ayrılıklara birlikte ağlanır, gidenin arkasından birlikte su dökülür, gelen birlikte karşılanır… Zordur hem birlikte yaşamak hem de ayrı olmak. Hem orman olmak, hemse kendine özgü dalları, yaprakları, toprağı rengi kokusu çiçeği olan bir ağaç olmak… Zordur.
Belki ilk şiirle tanışmam da buradandı
İlk şiiri paslı bir ranza, soğuk duvar diplerinde duymamdı
İlk şiirimdeki mekanların soğuk ve paslı olması…
Bağlamasını, baltasını, satranç takımını ve her çeşit zehirli zehirsiz otları heybesinde gezdiren deli Hüseyin nerededir şimdi… Soğuktan sığındığı bir kulübede donmuş bir halde bulunan bu Faucault’nun delilik betimlemelerinin alt metinlerindeki kirli sakallı adam hangi kasabanın terk edilmiş mezarlığındadır… Kuşların bile üzerinden geçmediği, suların bile coşmadığı bir kasabanın dağlarında çiçekler topluyordur belki. Kendini zehirlemek, anılarını köreltmek, acılarını yaralarını dağlamak için. Belki bir ağacın kovuğundadır ve ölümsüzlüğü bulmuştur…
Kendi kasabasında öğretmen olmadığı için evinden kilometrelerce uzağa gelen ve her gece kasabasının yıkık okulunun kapılarını açma hayali kuran çocuklar… Serkan, Kubilay, Duygu… Şimdilerde öğretmen olmuşlar, hepsi bir kasabanın örümcek ağı bağlamış okulların yazı tahtalarını güneş ışığıyla buluşturmuş. Yener, Savaş, Can, Volkan… Ayak izlerimizin silinmesine bile incinen kabullenemeyen dostlar nerededirler şimdi. Hangi kentlerin karanlık sokaklarında geçmişin ayak izlerini arıyorlardır.
Hatırlamak silik fotoğrafların birleşimiydi… İzi kalan yaraların, yarım kalan aşkların, eksik kalan yolların, canlanan anların, seslerin, notaların, renklerin…
Hatırlamak beraber yürüdüğümüz yayla yolunda ayaklarımızda açılan yaralardı ve kasabamızın renksizleştiği dönemlerde gülüşünün üstüne doğan gökkuşağını seyretmekti…
Hatırlamak anlamlı seni ve izi olan her şeyi
Toprağa ve kalabalığa karışan yüzler arasından
Unutmak intihardı…
Belki ilk şiirle tanışmam buradandı
İlk gördüğüm ölüm bir intihardı
Galata / 2012 ocak