deliler teknesi kültür sanat ve edebiyat dergisi istanbul tüyap kitap fuarı kasım sayısı…
KARANLIK – AYDINLIK
Erdal rahmi hanay
İnsan karanlıktır...
Değişemez, öğrenemez... Çünkü özünde bunlar yoktur.
Zamana, tabiata ya da diğerlerine karşı zayıflığını belli etmemek için en karanlık
ve zayıf yönlerini saklar göstermez, en tehlikeli yönlerini ise iyice güçlendirir…
Karanlık ve dipsiz bir kuyuda bile acısını dindirip ölümü seçeceğine çırpınıp yukarı çıkmak ister, çırpındıkça karanlığa batar...
***
Güneşin, dünyayı ve tenini aydınlatmaya başladığı ilk dönemlerde insan karanlığın aydınlıkla yer değişmesini seyretmeye başladı… Aydınlığın karanlığı yenmeye başlamasıyla kendisi de bulunduğu yerden etrafına baktı ve iki şey gördü. Ayağının altındakiler ve başının üstündekiler… Ayağının altındakileri gölgesiyle ezdi. Onları umursamadı… Ama başını yukarı kaldırdığında gördüklerinden öylesine büyülendi ki bu büyü kendisinden sonra milyonlarca yıl sürecekti… Ulaşabildiklerine ulaştı. Dağları, denizleri, okyanusları aştı, bir kıtadan diğerine geçti, mevsimlerin geçişini seyretti, babasının ölümüne oğlunun doğumuna tanık oldu… Bu milyonlarca yıl devam etti. İnsan ulaşma, keşfetme, yok etme, doyma ve arama arzusunu hiç yitirmedi. Gölgesiyle ezdiklerine eklediği her korkusuna bir yenisini daha ekleyene kadar devam etti.
İki şey gördü… Karanlığa karışanlar ve aydınlananlar. Karanlıktan korktu… Öylesine korktu ki bu korkuyla yüzleşmemek için uykuyu seçti. Ona anlamlar yükledi. Ruhları, felaketleri, tehlikeleri onunla beraber bekledi. Sonra sabah oldu. Sabahın olmasıyla derin bir nefes aldı. Tüm korkuları gitti. Tekrar karanlık olana kadar korkularını, eksiklerini, karanlıkla ve onun getirdikleriyle savaşabilecek tüm zayıf yönlerini güçlendirmeye ve kendini bu savaşa hazırlamaya başladı. Sığınaklar aradı- ki hala aramaktadır ve hep arayacaktır- . Kimi zaman karanlık ve soğuk bir mağaraya sığındı, kimi zaman bir kalbe… Sonra bir gün ateşi buldu. Bu karanlıkla savaşında aldığı en büyük zaferiydi. Onu ateşle yaralamaya başladı. İnsanın ilk sabahı ve ilk gecesinden bu yana karanlıkla savaşı hiç bitmedi. Belki bu savaş ruhundaki karanlıklardan da arınma savaşıydı, belki aydınlanma savaşı…
Karanlıkla aydınlığın ilk savaşından ve insanın bu savaşa tanık olduğu ilk andan şimdiye kadar bu savaş devam etti… Karanlığın tarafına geçenler, aydınlığı seçenler oldu. Arası yoktu, olmadı, olmayacak… Ya beyaz ya da siyah olunabilirdi. Bu savaşta en çok ölümü –ki burada ölüm yalnızca bedenin ölümü değildir- iki tarafı da seçmeyenler gördü. İnsanlık tarihi boyuna savaşlarda, katliamlarda, deneylerde ya da felaketlerde en büyük kayıpları kendi çiçeğini yetiştirmek isteyen insanlar yaşadı hep…
İnsanın bu savaşla birlikteliği o kadar eskiydi ki: ruhu, duyguları, hayatı, yaşama şekli ve tüm evreleri karanlık ya da aydınlıkla şekillenmeye başladı… İşte sanat bu savaşın ortasında hiçbir kılıcın kesemediği, hiçbir filin ezemediği bir çiçek olarak yeşermeye devam etti…
***
Hayatlarımızdaki kırılmalar, silikler, kopmalar ve boşluklar sanatı doğurdu. Bu boşlukları, çukurları doldurması için de aramızdan bazıları gönüllü işçi olarak ömürlerini adadılar. Biz sanat dedik bu boşluklara ve onları doldurmak için gece gündüz çalışan işçilere de sanatçı adını verdik. Oysa geçmişe dönüp baktığımızda hala aynı kırılmalar, çukurlar duruyor. Yani sanat var olduğundan beri hiçbir şeyi dolduramadı. Çünkü biz hiçbir şey öğrenemeyeceğimizi varoluş sürecimizde kanıtladık… Sadece geliştik, aynı hatalar, zaaflar, kırılmalar, yanlışlar, doğrular ve amaçları bir sonraki nesle miras bıraktık. Babamız dedesinden kalan mirasları bize biz de torunlarımıza bıraktık… Ve onlar da bizim kaldığımız yerden devam ettiler… Dedemizin tanrılarını babamız öldürdü, babamızın tanrılarını biz. Aynı güneşe bakar gibi hiç değişmedik… Birimiz çan sesine, birimiz ezan sesine, birimiz ney, birimiz su sesine, birimiz silah sesine gitmek için bir sabah aynı sofradan ayrıldık. Evimiz yanmaya başladığında ise biz çoktan dağılmıştık…
Güneşin her sabah doğudan doğup batıdan batması kadar eskiydi onu batıdan doğurup doğudan batırma arzumuz... Gökyüzünü keşfetme tutkumuz, tapınaklardan mezarlara kadar her karanlığa yıldızları işleme nedenimiz buydu hep… Uzağa ulaşmak, içinde insanın, bizim yarattıklarımızın ve bizim kirlettiklerimizin olmadığı bir evren, dünya ya da cennete gitmek ya da onun olduğuna inanmak…
İnsan varoluş sürecinde hep ölümsüzlük ve içinde kendisinin olmadığı bir yer arzu etti. Ama arayışlarının bu dünyada karşılığını bulamayacağını anladığında ve bu arayışın manasız olduğunu atalarının kanıtladığını fark edince ölümsüzlük ve yaşadığı süreçte elde etmek istediği her şeyin olduğu ruhani dünyalar yarattı. Ölümsüzlük arzusuyla hareket ederken ruhunu ve bedenini öldürdüğünü anlayamayacak kadar eksikti kendisi ve bir o kadar da kısaydı aslında yaşamı.
Bir buğday tanesinin tohumdan büyüyüp yeşerme süreciyle insanınki arasında hiçbir fark yok… Tarlaya düştüğü andan itibaren yeşermesi için suyun yağmasına, güneşin üstüne doğmasına, soğuğun onu dağlamamasına, üstüne başka birinin basmamasına ihtiyacı vardır… İnsanın da yaşam süreci farklı değildir. Tek buğday tanesinin yeşerme süreciyle tarlada milyarlarca buğday tanesinin hep birlikte yeşerme süreçleri birbirine bağlı ve aynıdır. Birinin diğerinden hiçbir farkı yoktur… Su kenarında villalarında fazla sudan çürümek üzere olan bir buğday tanesinin taşrada iki damla suyla yaşama mücadelesi veren buğday tanesi arasındaki tek farkı, üzerinde ruhlarına Fatiha yazan mermer taşlı un çuvalları ve birinin masalara tatlı diğerinin tuzlu olarak servisleridir.
İnsanın kabullenmediği ve asla kabullenemeyeceği gerçektir bir buğday tanesinden, bir incir çekirdeğinden, ömrü göçle geçen bir kırlangıçtan, tatlı sudan soğuk suya geçen bir balıktan, bir kelebekten, fesleğenden daha özel değildir… Aklı olması ya da düşünüyor olması onu asla üstün kılamaz. Kutuplardaki canlıların çöldekilerden en büyük farkları kalın derileri ve soğuğa dirençlerini artıracak tüyleridir… Bir kertenkelenin akbaba ile karşılaşmasında hayatta kalması için kuyruğunu bırakmaktan başkada çaresi yoktur. Bir Akbabanın en büyük silahı ve kalkanı ise gözleri ve kanatlarıdır… Her canlının hayatta kalması ve diğerlerinden kendini koruyabilmesi kısacası ‘’kusurlarını’’ kapatması için fazlasıyla geliştirdiği özellikleri vardır. İnsanınki de aklıdır. Yani insanın aklının bir kertenkelenin kuyruğundan, bir kuşun kanadından, bir akrebin zehrinden, bir kaplanın çeviklerinden ve bir sırtlanın vahşiliğinden hiçbir farkı yoktur… Hayatta kalabilmesi için tek kılıcı ve kalkanı olan aklına ihtiyacı vardır. Yaşam süreci boyunca yazmasının, çizmesinin, anlamlar yüklemesinin tek ve gerçek nedeni budur. Ölümü kabullenemeyişi ve kendini kusursuz, üstün görmesi. Kendi ölümünü bilen tek canlının yazdıklarıyla, çizdikleriyle, yaptıklarıyla ölümsüzlüğe ulaşma arzusu ve bu arzunun onu öldürmesi acı ve mutlak gerçektir.
Dostoyevskinin, Tarkovskinin, Einsteinin, Bethovenın, Peygamberlerin yaptığı buydu… İnsandaki o asla dolmayacak boşlukları doldurmak yerine onu insanlığa bırakıp insanların o boşluğu heybelerinde ne varsa: inançla, ruhla, şiirle, müzikle, edebiyatla, sinemayla, savaşla, cinayetle, ölümle doğumla ya da bir çukura kendilerini gömerek doldurmalarını sağlamak. Böylece herkes kendi boşluklarının asla dolamayacağını bilmeden doldurmaya çalışacak, doldurduğuna inanacak ya da dolu olan kısımları boşaltarak baştan, daha temiz bir su ile yeniden doldurarak kendi evrimini bitirecekti.
Kuzey kutbundan güney kutbuna uzanan tek ve en uzun yoldu ömür... Öylesine engelle, tehlikeyle doluydu ki bazılarımız bu yola hiç çıkamıyorduk. Bazılarımız yolda dünyaya geliyor, bazılarımız yollarda ölüyor, bazılarımız bu uzun ve bitmek tükenmek bilmez yolu koşarak giderken bazılarımız çoktan bitirmiş birini bekler durumda oluyorduk… İşte bu yolda bazılarıyla karşılaşıyorduk. Nedenini bilmeden çıktığımız bu yolculuğa anlamlar yükleyen, devam etmemizi ya da bitirmemizi sağlayan yol arkadaşlarımız… Yürüdükçe yolların, dağların yeşerdiği, suların renklendiği bir yol. Van gogh renklendirdiği bir gökyüzünün altında, Picassonun boyadığı okyanustan bir yudum almak, Osman Hamdi’nin renk verdiği bir kaplumbağa ve aslında onun yol arkadaşı, ustası, terbiyecisiyle karşılaşmak… Dinlenmek için girdiğin eski bir handa yan masada rastladığın Çehov, Dostoyevski, Camus, Kafka’nın birlikte hazırladıkları atlaslardan bakarak en karanlık kapıları aralamak… Neyzen Tevfik ile Mozart’ın birlikte çaldığı ve uyuduğu bir ağacın gölgesinde onları dinlerken uykuya dalıp bu uzun ve bu anlamsız yola anlamlar yüklemek yerine gökyüzünün, doğanın, çiçeğin tadını çıkarıp sadece yürümek… Çıplak ayaklarında bir çiçeğin açtığı yarayla sadece yürümek…
***
Güneşin dünyayı ve tenini aydınlatmaya başladığı son dönemlerde insan aydınlığın karanlıkla yer değiştirmesini seyretmeye başladı… Karanlığın aydınlığı yenmeye başlamasıyla kendisi de bulunduğu yerden etrafına baktı ve iki şey gördü. Görmeye devam ediyor…
Ve fakat yazıyı bulduğunda, adını yazdığında, kendi sesinin su kenarlarındaki bir kamıştan geçerek başka bir sese dönüştüğünü duyduğunda, taşa, toprağa, çamura şekil verdiğinde, kefen olarak kendini sardığı beyaz perdenin karşısına geçip can verdiklerini gördüğünde aydınlık karanlıkla yer değiştiriyordu. Sonra sabah oldu, o günün akşamında, karanlık aydınlığı yeniden ele geçirdiğinde insan dört kişinin omuzlarında toprağa gömülmeyi, Hindistan da Ganj nehri kıyısındaki bir sandalda yakılmayı, çarmıhta af dilemesini, idam sehpasında ayağının altındaki iskemleye vurulmasını, ya da hücresinde yeniden aydınlığın karanlığı yenmesini bekliyordu…
Ve gözlerini kapatırken biliyordu kendi mezarı üzerinde yetiştirdiği tek, renkli çiçekti bu…
Ömrü…
***
Erdal Rahmi Hanay
Eylül 2009
Fethiye