
Deliler Teknesi Kültür Sanat ve Edebiyat dergisi şubat sayısı
Besik ve Tabut
erdal rahmi hanay
Ömer Çalıkoğlu’na..
Gölgesini, ağacın gölgesine oyan bir ustaydı
Kalbi iki gölge arasındaki eski bir sığınaktı
Oğlunun beşiğini, annesinin tabutunu oyan bir ustaydı
Oydukları doğum ve ölüm arasında eski iki duraktı
Dut ağacı kül olmadan hemen önce onu sulayan ve yeşertene kalbini bağışladı
Eski dostunun küllerini bir okyanusa serptikten sonra hala atmakta olan kalbini aldı
Üç parçaya ayırıp üç ölüye can verdi…
Birine doğumunu beklediği güneşini koydu, dizlerinde salladı, türkülerle, masallarla büyüttü
Birine batmasını istemediği Ay’ını koydu, mezarını suladı, türkülerle, masallarla uğurladı
Diğerini ise cebine koydu, kalbinin tam üstüne. Yolculuğunda karşılaştığı ölülere can vermesi için.
Belki bir ömrün iki sesiydi bu, belki iki nefesi
Gözlerini aydınlığa açtığı beşiği ve karanlığa kapattığı tabutu
***
Bekledi, aydınlık karanlığı yenince uyanır dedi. Uyanmadı…
Cebindeki parçadan çıkardı, yaktı. Ateşi yakınca uyanır dedi, uyanmadı…
Gökyüzü yağınca uyanır dedi. Uyanmadı…
Yıldızlar uyanınca uyanır dedi. Uyanmadı…
Bekledi. Öylesine uzun bekledi ki mevsimler geçti.
Kokusunun değiştiğini, gülüşünün kaybolduğunu, güzelliğinin gittiğini gördü.
Kokusunu saklamanın yollarını aradı…
Güzelliğini çizmenin yollarını aradı…
Gülüşünü kazımanın yollarını aradı.
Derin bir kuyu kazdı yatağının başucuna… Belki hayalindeki gibi kalmasını istiyordu, belki onu saklamanın yollarını. Cebindeki parçadan çıkardı, onu uzattı. Yatağının hemen başucunda kazdığı derin kuyuya koymadan başında uzunca bekledi.
Gökyüzü yağmıyordu.
Gözlerinden yağan suyla tattı.
Toprağı üzerine örttü sonra sessizce kendiside çekilip uyudu. Onu tekrar uyandırmanın yollarını ararken yatağı üzerindeki toprak yeşermeye başladı… Mevsimler geçmeye ve geçen her gün, her mevsimde onu silikleştirmeye başladı…
Nehirler gibi çekilip gitmesin istiyordu…
Hatırayı tattı.
Onu uyandırmanın yollarını ararken mezarı üzerinde yeşeren çiçeği gördü.
Ölümü tattı…
Etrafına baktı. Bağırdı, sesi dağların, taşların, nehirlerin arasından yankılandı…
Yalnızlığı tattı…
Gökyüzüne baktı, yeryüzüne baktı. En az kendisi kadar yalnız bir gölgenin üzerine düştüğünü gördü…
Tanrıyı tattı…
Gözlerinin durup, durup yağdığı gecelerde sol göğsündeki sızıyı hissetti.
Aşkı tattı…
Birlikte balık tuttukları derenin kenarından geçerken durdu, taşa oturdu, gülümsedi.
Dostluğu tattı…
Mezarı başına gelip uzunca oturdu. Ağzından birkaç ses çıktı.
Kendi sesini tattı…
Mezarından, tattıklarından ayrılırken son defa sarıldı.
Vedayı tattı…
Hiçbir şeyini alıp göç etmeye karar verdiğinde geriye döndü bulunduğu tepeden baktı.
özlemi tattı…
Ateşe verdiği evinin yanmasını seyrederken avucundaki yarayı sardı.
unutmayı tattı…
Cebindeki parçadan çıkardı… Dağlar, taşlar, kendinden sonrakiler bu tatları bilmeliydi.
Yazıyı tattı…
Uykusunda korkularıyla, özlemleriyle tanıştı.
Rüyayı tattı…
Mağarasının duvarında da olsa rüyalarındakileri hep görmek istedi.
Resmi tattı…
Suyun sesiyle rüzgârın sesini, yağmurun sesiyle kendi sesini bir araya getirdi.
Müziği tattı…
***
Her şeyin başladığı yere dönmeye karar verdi…
Birisi bir şeyler tadıyordu… koştu… Engel olmak istedi.
Çok geçti artık gölgesi zehirlenmişti…
Ve zehri tattı…
Balat / kasım 2010